Sidar Baki
Kuş Olup Uçasım Var
07.03. - 20.04.2024
Sidar Baki Resimlerinde Mekân ve Çocuk
Emre Zeytinoğlu
Sidar Baki’nin bu sergideki resimlerine baktığımızda hemen verebileceğimiz ilk karar, onun bir “mekân ressamı” olduğudur. Öyle ki resimlerin her biri ayrı ayrı mekânların birer tasvirini yansıtır. Ya da yansıtılan o mekânlar, zaten resmin kendisi olarak ortaya çıkar. Ancak bunlar sıradan mekânlar değildir ve izleyici açısından da son derece etkileyici görünümdedir. O etki ise algılama ve kavrama boyutlarını aşan büyüklükten kaynaklanır; sıradan yaşam pratiklerinin dışında, neredeyse “insana rağmen” inşa edilmiş dev yapılardır.
Oralarda gündelik yaşama dair hiçbir harekete rastlanmadığı gibi, niçin ve hangi işleve yönelik olarak inşa edildiği hakkında da bir ipucu elde etmek olanaksızdır; yalnızca büyük ve boşturlar. Belli ki bir zamanlar hangi işlevlere sahip olurlarsa olsunlar, zaten çoktandır miadlarını doldurmuşlar ve terk edilmişlerdir. Ya da şöyle denilebilir: Mekân atıklarıdır bunlar… Hatta tam olarak, ekolojik bir sorun haline gelmişlerdir.
Fakat Sidar Baki’nin niyeti, ne etkileyici mekânlar aracılığı ile izleyiciyi büyülemek, ne de ekolojik sorunlara dikkat çekmektir. O, bu dev mekânlara her defasında birkaç figür ekler; söz konusu figürler o kadar küçüktür ki bir yandan o mekân ile insan arasında bir oransızlığı vurgular, öte yandan da izleyicide bir merak uyandırır: Orada görünenler kimdir ve o “insan-dışı” mekânda işleri nedir? Gerçekten de gözümüzü ortamın etkisinden kurtarıp figürlere biraz odaklarsak, onların birer çocuk olduğunu ve kendi aralarındaki ilişkilerin asla mekânla bağdaşmadığını anlarız: Atıl kalmış mekânlar ve kendi dünyaları içine kapanmış, çevreye yabancılaşmış çocuklar… Daha da derinde, “insan-oluş”un nitelikleri ile üretim ve tüketim sisteminin iktidar biçimleri arasındaki kopukluk…
Bu noktada Sidar Baki’nin resimlerindeki mesajın, İran sinemasına yakınlığı akla geliyor. 1979 yılından itibaren Humeyni rejimi içindeki siyasi uygulamalara karşı girişilen eleştirilerin dile getirilmesi ya da “insan-ideoloji” boyutunda birtakım kırılmaların ortaya konulması, özellikle Majid Majidi, Bahman Ghobadi, Cafer Panahi ve Abbas Kiarostami sinemasında çocuklar aracılığı ile aktarılmaktaydı. Bu yönetmenler, “çocuksu saflık ve basitlik” ile “iktidar göstergeleri” arasındaki çatışmaları ironik biçimde sergilerlerken, çocuk metaforlarından yararlanmışlardı.
“Çocuksu saflık ve basitlik” durumlarını, iktidar sistemlerinin dayattığı bir “bilinç” ile karşılaştırmak yalnızca bir sanat yöntemi değildir, felsefi bir alanı da kapsar. Öyle ki henüz 19. yüzyılda felsefenin baş konusudur bu… Örneğin, Friedrich Nietzsche ve Karl Marx’ın “tragedya”yı önemsemesi nostaljik bir yaklaşım sayılmamalı. Onlar da içinde bulundukları toplumsal koşullarda ortaya çıkan “yabancılaşma” sorununu “tragedya dönemi” ile karşılaştırmışlar ve bu bağlamda estetik çözümlemelerini “saflık ve çocukluk çağı” metaforu ile öne sürmüşlerdi. Yine de Marx’ın yazdıkları Nietzsche’ye göre daha çözümleyicidir. Marx, bu “saflık” niteliğinin ansızın “çocuklaşmak” demek olmadığını, “bugünün bilinci” içinden, yani iktidarın göstergeleri içinden, tekrar icat etmek demek olduğunu söylemişti.
Sözü bir kez daha Sidar Baki’nin resimlerine getirecek olursak, onun da iktidar göstergeleri içinden hareket ettiği, mevcut sistemin yarattığı “yabancılaşma” koşullarında konuştuğu ve “insanın saflık ve çocukluk” niteliklerini tam da bu ortamda yeniden anımsattığı kanısına varacağız. Demek ki bu resimler, insanların uyumsuz ve “yabancı” mekânlarda yaşamak zorunda kaldıklarını anlatan “distopya görüntüleri” olmaktan öte, çocuk metaforları ile onların “saflık ve basitlik” niteliklerinin baskı altına alındığını, böylece her birinin dar ilişki alanlarına tutsak edildiğini vurguluyor. Oysa böyle bir sahne, içten içe “çocuk oluş”a geri dönüşün de mücadelesini öneriyor. Çünkü hâlâ, bu “yabancılaşmış dünya”da çocuklar vardır ve biz hâlâ onları görebilmekteyiz.